Dün akşam “Otomatik Portakal” oyununu izledim. Elvin ve Erdal Beşikçioğlu Anthony Burgess’in romanından uyarlayıp yönetmiş. Çok da güzel yapmışlar. 

Sahne üzerindeki efsaneyi anlatmak son derece amatör bir izleyici olarak benim haddimi aşar elbette. Dekorun ve kostümlerin muhteşemliği sergilenen oyunun performansını daha da unutulmaz hale getirmiş ama bundan bahsetmeyeceğim. İlk kez izlediğim senfonik rap müzikalinin ve seslerin şahaneliğini de anlatmayacağım, rap müziğe ilgimin artmış olmasını da… Sisteme karşı bir esere sisteme karşı bir müzik tarzı ne kadar da güzel eşlik etmiş.

Kitabın mesajlarından, bizi düşünmeye sevk ettiklerinden de bahsetmeyeceğim. İrademizin gerçekte ne kadar özgür olduğu, seçme hakkımız elimizden alınsa ne olurduyu, seçme hakkımızın elimizden alınıp alınamayacağının da insan olarak bize bağlı olup olmadığını da tartışmayacağım. Gençlere sunduğumuz dünyanın zalimliğinden, her gün her yerde ya tanığı ya da bizzat mağduru olarak yaşadıkları şiddetten, onlara sunamadığımız özgürlüklerden de bahsetmek bu yazının amacını çok aşar. Gençleri suça teşvik eden şartları sanki sistem kendi yaratmıyormuş gibi yok sayıp, sonra onları suçlu ilan edip, üstüne de geri kazanma gerekçesi ile yine kendilerini suçlu hissettiren, daha önce “Şiddet Dersi” oyunu için de yazdığım gibi “ben hayatıma bundan sonra nasıl devam edeceğim” sorusunu sorduran, her şey bir tek onların seçimi ve suçuymuş gibi tüm sorumluluklardan sıyrılıveren sistemi de eleştirmeyeceğim.

Öğretmen yetiştiren bir eğitimci olarak her okuduğum, her izlediğimi her yaşadığımda olduğu gibi eğitim açısından ele almak istiyorum dün akşam izlediğim oyunu ve halen kafamın içinde dönen sahneleri. Müthiş bir adanmışlık, inanmışlık, özveri, emek ve disiplin izledim ben dün akşam. Bir kısmı halen üniversite öğrencisi olan, bir kısmı yeni mezun olmuş gencecik oyuncuların “amasız”, “fakatsız”, “lakinsiz” çalışmalarının sonuçlarını almalarını gördüm. O sahneye çıkabilmek için arka tarafta yatan çabayı ve sahnede yaşadıkları mutluluğu gördüm. Sahne arkasında ustaya duyulan saygıyı, bir kelime daha öğrenebilir miyim diyen bakışları gördüm. Tiyatro, müzik ve dansın ortak bir dil yaratabilmesini gördüm. Durup düşündüm bir daha eğitimin amacı ne, biz nasıl insan yetiştirmek istiyoruz, nasıl bir toplum yaratmak istiyoruz ve bunun için ne yapıyoruz diye sordum kendime bir kez daha. Sahnede en iyi haline ulaşmak için inanılmaz emek harcayan oyuncuları, onların bu performansı sergilemeleri için kendini mesleğine adayan hocalarını düşününce bir kez daha sorguladım öğretmen eğitimi sistemini. Kapalı kapılar ardında yapılan derslerde duruşlarının, bakışlarının, söyledikleri bir sözün çocukların hayatlarını nasıl etkilediğini düşününce, yarattığımız nesilleri nasıl şekillendiremediğimize, onları nasıl daha aza, daha kötüye, daha kalitesize maruz bıraktığımıza ve bunu nasıl normalleştirdiğimize bir kez daha üzüldüm. Tüm kavramların, iyiliğin, kötülüğün, şiddetin, suçun, cezanın birbirine girdiğine, kısa sürede ünlü olmanın, kolay yoldan para kazanmanın marifetmiş gibi sunulurken, kalitenin içinin nasıl boşaldığına, tüm değerlerin nasıl alt üst olduğuna ve günümüzde nasıl bir insan yarattığımıza bir kez daha kahroldum. 

Oyunun hazırlığından başlayarak tüm sürecinin belgeselinin hazırlandığını öğrendim akşam. Merakla bekliyorum perde arkasını, belki biz eğitimcilerin çıkaracağı dersler vardır sıkı disiplinin insanca nasıl yapıldığına, konsantre olamadıkları söylenen nesillere bu adanmışlığı nasıl aşılayabildiklerine, birbirini olumlu etkileyebilen bir ortamın nasıl yaratılabileceğine dair.  Belki bu iyiyi gören, kalitenin ne olduğunu anlayan gençleri bir daha kötüsü ile kandıramayacağımız gerçekliğini hepimiz görürüz de en iyiyi, en kendimize yakışanı hep birlikte yaşarız bundan sonra.  

Otomatikleşen hayatlarımızı bir durup sorgular, insan olduğumuzu bir kez daha hatırlarız belki tüm seçimlerimizle.