Film kulübünde ilk filmimiz “The Pursuit of Happyness” idi. “Umudunu Kaybetme” diye çevrilen, mutluluk arayışı içinde olan, hatta sürekli mutluluğun peşinden koşan Chris Gardner’ın gerçek hayat hikayesinden alınan, Will Smith’in efsane oyunculuğu ile yüreğimizi burkan, bizi yine bir çok konuda sorgulatan film. Kitap kulübünden doğan bir film kulübünün ilk toplantısını yaptık bu akşam. Kim akıl ettiyse aklıyla bin yaşasın.. Tabi büyük bir disiplin ve azimle kitap kulübünü uzun zamandır düzenleyip bir de tartışmaları podcaste aktaran Mete Yurtsever de azmi ve disiplini ile bin yaşasın. Bu kulüplerin devamlılığı da aslında filmin konusu ile biraz örtüşmüyor değil. Vazgeçmeden hep yola devam edince kazanıyorsun diyor her ikisi de. Smith filmde başarıyı ve mutluluğu kazandı, umudunu ve azmini koruyarak. Biz hiç tanımadığımız insanlarla yaklaşık 90 dakika boyunca entelektüel bir tartışmanın içinde olmanın hazzını kazanıyoruz kitap ve film kulüplerindeki paylaşımlarla. Farklı bakış açılarının birbirini beslediği, “a o da mı vardı” diye hiç fark etmediğimiz detayları çoğu zaman hayranlıkla, bazen de şaşkınlıkla dinlediğimiz, hayatımızın müthiş doyurucu bir buçuk saatlik dilimini geride bırakarak, bir sonraki toplantının bir an önce gelmesini dileyerek ve kaçırınca çok üzülerek geçen toplantılarla. 

Umut, azim ve mutluluk temaları üzerine odaklanan, çoğu zaman gözlerimizi yaşartan, boğazımızı düğümleyen ama hep umutla bize bakan bir adamın sahneleri ile izlediğimiz film pek çok şeyi düşündürdü yine bize. Mutluluğun bir yandan küçük bir çikolataya sahip olmak kadar kolay, bir yandan da başka çaresi olmadığı için tuvalette yere tuvalet kâğıdı serip oğlunu uyutacak kadar, ekmek parasını kazanmak için sürekli elinde yüklerle koşmak zorunda kalacak kadar zor olduğunu gösterdi. Bir yanda sürekli “bana güven, her şey güzel olacak” dediği halde bir türlü kendisine güvenemeyen ve mutlu edemediği karısının bencilliğini, diğer yandan da kanını satmak zorunda da kalsa asla terk etmediği, elini bırakmadığı oğluna bağlı bir babanın fedakârlığını. Bir yanda babasına güvenmekte bir saniye bile tereddüt etmeyen küçücük bir çocuğun masumiyetini, diğer yanda vatandaşına güvenmeyerek tüm parasına zorla el koyan koca kapitalist sistemin zalimliğini. Bir yanda Amerikan rüyası içinde yaşayan zenginlerin imrenilecek refahını, diğer yanda en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı için birbirine saldırmaktan geri durmayan fakirlerin vahşiliğini. Bir yanda halden anlamayan zengin iş adamlarının egoistliğini, diğer yanda kendi çok zor durumda olduğu halde cebindeki son parayı da zengin patrona verecek kadar gönlü geniş insanlığı.

Kendi dertlerimize şükür dedirtiyor film Will Smith’in canlandırdığı karakterin hayatını izlerken. Gerçi ülkenin günümüzde içinde bulunduğu konumunda şükredecek şeyleri bulma konusunda bayağı emek harcamak zorunda bırakılsak da hiç değilse bizim çocuğumuzu bırakabileceğimiz geniş bir ailemiz, konumuz komşumuz, dostlarımız var diyoruz. Zor günümüzde hiç tanımasalar bile bize el uzatan insanımız var deyip yine şükredecek birşeyler buluyoruz işte. Ne yapalım, biz de çok farklı değiliz aslında Chris Gardner’dan.

Victor Frankl’in “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında olduğu gibi yaşamak için bir amacının olmasının, asla pes etmemenin sonunun iyi olduğunu söylüyor bize film. Hayatı oğlu için bir film setine çeviren babanın fedakarlıkları, oğlunun asla mızmızlanmayan bir çocuk oluşu ile insanın içini rahatlatıyor mu, yoksa o küçücük çocuğun tüm bunlara üstelik yanında annesi de olmadan katlanmak zorunda kalması yüreğini parçalıyor mu buyurun siz karar verin. Belki de hepsi birden. Aynen gerçek hayatta olduğu gibi. Tek bir cevabı, tek bir doğrusu yok.. Hepsini birden yaşıyoruz işte hayatta olduğu gibi.  Düşüyoruz, kalkıyoruz ama yolda hep ilerlersek kazanıyoruz ancak. Filmin sonundaki gibi çok zengin olmuyoruz belki ama bu yolculukta öğrenerek ilerliyoruz. 

Ne Will Smith’in pek çok ödülle taçlandırılmış oyunculuğuna, ne de kendi oğlunun canlandırdığı çocuk karakterin müthiş gerçekçiliğine değinmeyeceğim de, acaba mutluluk ve dayanıklılık genetik olabilir mi diye soracağım. Bunları hayatın içinde yaşadıkça mı öğreniyoruz, doğuştan anne babamızdan mı alıyoruz sizce? Evet tabi ki alıyoruz diyesi geliyor insanın ama sonra aynı anne babanın birbirine hiç benzemeyen, birisi son derece mutlu, diğeri olumsuzluktan beslenen çocuk örnekleri geliyor insanın aklına da bir duruyor orada. Ama yine de çevremizdekilerin sorunlarla baş etme stratejilerini örnek aldığımız gerçeğini değiştirmiyor bu huyları birbirine hiç benzemeyen tek yumurta ikizleri. 

Basketbol oynayan çocuğunun hevesini kıracak olumsuz cümleler kuran, sonra da neyse ki yaptığı hatayı fark edip “kimsenin sana neyi yapamayacağını söylemesine izin verme, benim bile” diyen kahraman babamız bize verdiğimiz dönütlerin çocuklarımızın kendilerine karşı inançları konusunda ne kadar etkili olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Nereden bilsin çocuk neyi iyi yapıp neyi yapamadığını? Tabi ki bizim ona verdiğimiz dönütlerden. Önce evde anne babasından, sonra da okulda öğretmeninden aldığı dönütler ile gelişiyor çocukların kendilerine ait yeterlik duyguları. Olumsuz inanışlar da öyle zor değişiyor ki sonradan… O yüzden dikkat edelim ağzımızdan çıkan cümlelere diye yine öğretmen tarafım ile bir hatırlatma yapmadan bitirmeyeyim yazıyı. Hele de bizim zavallı Türk çocukları zaten sürekli sınav sistemi içinde alıyorlar o olumsuz dönütleri, hep yarış içinde olup, hep bir yerlerde “sen kaybettin” deniyor onlara, bari hayat sınavında dayanıklı olmayı öğretelim onlara. Aldıkları o puanların düşünce kalkmalarında çok da işe yaramadığını söyleyelim. Umutlarını asla kaybetmemeleri gerektiğini ve bir amacı varsa onun peşinden koşmanın gerçek mutluluk olduğunu hatırlatalım. 

O halde anlamlı mutlulukların peşinden koşma ve aradığımızı bulma dileğiyle…